29 Aralık 2012 Cumartesi

Closer (2004) - Hello stranger !

http://www.imdb.com/title/tt0376541/

"If you believe in love at first sight, you never stop looking"

Bir aşkın en cezbedici evresi başlangıcıdır, karşındaki insanın bilinmezlerle dolu bir yabancı olduğu evre. Yakınlaştıkça, aslında uzaklaşmaya başlayacağın bir sürecin içine giriyorsun. Aşk denen şey bu döngüden ibaret. İki kadın ile iki erkeğin birbirleri ile olan ilişkilerini konu alan Closer, bunu söylüyor.

Film, fonda Damien Rice'dan Blower's Daughter duyulurken, New York'tan Londra'ya henüz gelmiş olan Alice'in (Natalie Portman) kalabalık Londra sokaklarında arz-ı endam edişi ile başlıyor. Hemen sonra yolun karşısından gelen, Alice'i ilk gördüğü an etki alanına girecek olan Dan'i (Jude Law) görüyoruz. Bu karşılaşma, küçük bir kaza sonucu bu iki yabancının tanışmasını sağlayacak ve tabi ki

19 Aralık 2012 Çarşamba

Paprika (2006) -Time for the greatest show on earth!

http://www.imdb.com/title/tt0851578/

Rüyalar, hakkında yapılmış onca araştırma ve fikir beyanına rağmen hala gizemini koruyan bir konu. Peki ya uyanınca "rüyaymış" dediğimiz o düşsel dünya ile uyandığımız dünya birbirine karışsaydı? Bir başka deyişle, rüyalarımız gerçek olsaydı? Şahsım adına bu oldukça garip olurdu, bilim kurgu filmi tadında rüyalar gören biri olarak diğer gezegenlerden dostlarım olabilirdi. :) Durum böyle olunca, bilim-teknoloji ilişkisi ekseninde, rüyaları konu edinen animasyon filmi Paprika'da bile kendimden bir şeyler bulmayı başardım.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Pleasantville (1998)

http://www.imdb.com/title/tt0120789/


90'lı yıllarda televizyon, hayatlarımızdaki yerini iyice sağlamlaştırmış ve bizleri çoktan etkisi altına almayı başarmıştı dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. Bir de o zamanlar internetin şimdiki gibi yaygın olmadığını düşünürsek televizyon izlemek, -şüphesiz ki- çok popüler bir meşgaleydi. Son dönemde "The Hunger Games" ile adından söz ettiren Gary Ross'un 1998 yapımı Pleasantville filmi de hayatın vazgeçilmezi haline gelen televizyonun bizlere sunduğu dünya ile gerçek dünyanın iç içe geçip birbirine karışması fikrinden filizleniyor.

27 Kasım 2012 Salı

Noi Albinoi (2003)




Dagur Kari'nin yazıp yönettiği Noi Albinoi'de Noi isimli albino bir gencin hayatından bir kesit izliyoruz. Film, Kuzey İzlanda'da küçük bir kasabada geçiyor. Fiyortlar arasında, dünya ile bağlantısı tamamen kopmuş izlenimi veren bu kasabada, kapana kısılmış gibi yaşayan insanlardan sadece biridir Noi. Onu farklı kılansa, o küçük kasabada yaptıklarının ya da yapmadıklarının hiçbir önemi olmadığını fark etmiş olması ve buradan kaçıp gitme hayalleri kurmasıdır. Bir gün, sıkıcılığıyla boğuştuğu yaşantısında yapabileceği en renkli şeyi yapar ve benzincide çalışan İris'e aşık olur. Bu aşk, Noi'nin hayallerine daha sıkı sarılmasını sağlayacaksa da, hayatın getirecekleri Noi'nin hayallerinden çok farklıdır. 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Ben X (2007)


Belçika'da yaşanmış bir olaydan esinlenen film, otistik bir gencin normal insanlar arasındaki yaşam mücadelesini anlatıyor. 

Ben, asperger sendromlu bir gençtir. Sosyal hayata hiçbir şekilde tutunamayan, insanlarla ilişki kuramayan ve çoğu zaman sınıf arkadaşlarının acımasızlıklarına maruz kalan Ben, yaşantısındaki boşluğu internette oynadığı bir oyunda ustalaşarak gidermeye çalışır. Her gün aynı saatte oyun oynar ve oyunda çok güçlü hale gelir. Zamanla Ben için gerçek hayat ve oyun iç içe geçmiştir, gerçek dünyayı da oyun atmosferi gibi algılamaya başlar ve orada kullandığı stratejileri kullanarak hayatına devam etmeye çalışır. Scarlite ise, Ben'in uzun süredir internet üzerinden oyun oynadığı genç bir kızdır. Scarlite'in Ben ile tanışmak istemesi, Ben'in hayatında yeni bir sayfa açmasını tetikleyecektir.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Definitely, Maybe (2008)


"Definitely, Maybe" 2008 yapımı bir romantik komedi. 2008'in üzerinde duruyorum çünkü tam da bu konseptte bir film senaryosu vardı aklımda, görülen o ki birileri benden çok önce düşünmüş! Aslında çok da iyi olmuş, çünkü sevimli ve eğlenceli bir film çıkmış ortaya.                                                                   

Pek romantik biri sayılmam ve klişe, gerçeklikten uzak romantik komedileri de sevmem. Ama bu film öyle buram buram yapaylık kokmuyor, gerçekçi bir şekilde en uygun insanı bulmanın öyle ilk görüşte aşk ile çok da mümkün olmadığını anlatıyor.

Şimdi filmimiz şöyle başlıyor kahramanımız Will Hayes ve eşi boşanmak üzeredir, bir de küçük şirin bir kızları vardır: Maya. Will bir gün Maya'yı okuldan almaya gider ve o gün okulda cinsel eğitim dersi olması sebebi ile Maya, babasını aşk/ilişkiler/cinsellik ile ilgili sorulara boğar. Günün sonunda Maya, Will'i annesi ile evlenme hikayelerini anlatmaya ikna eder, ancak küçük bir oyun oynayacaklardır. Will, hayatına girmiş olan kadınların isimlerini değiştirerek yaşadığı ilişkileri anlatacak ve Maya da bu birbiri içerisine geçmiş hikayelerden annesinin kim olduğunu anlamaya çalışacaktır. Bu küçük gizem filme renk katıyor çünkü küçük Maya ile birlikte bizler de esas kadını bulmaya çalışıyoruz.

Lost in Translation (2003) - You're not hopeless!


http://www.imdb.com/title/tt0335266/

İki insanın iki ayrı hikayesinin kesişimi. Yalnız, mutsuz ve hayatta kaybolmuş olmaları dışında pek ortak noktası bulunmayan Bob ve Charlotte, kendilerini hiç ait hissetmedikleri, tamamen yabancı oldukları bir yerde tesadüfen karşılaşıyorlar. Bu iki insan için bu yerin adı "Tokyo"; ama sanki her nereye giderlerse gitsinler o "Tokyo"da yaşayacaklar. Çünkü, yaşanılan hayata ait hissetmemek, anlaşılmamak, hangi yöne gideceğini bilmemek, bitmek bilmeyen bir arayış içerisinde olmak için zaman ve mekanın önemi yoktur çoğu zaman.