8 Aralık 2016 Perşembe

Hunt for the wilderpeople (2016)

Hunt for the wilderpeople, uzun zamandan beri izlediğim filmler arasında beni en çok mutlu eden film oldu. Feel good movie diyip azımsamak istemiyorum filmi ama naifliği sayesinde iyi hissettirdiği de bir gerçek. :)

Film, çocuk yetiştirme yurdunun Ricky’i Yeni Zelanda kırsalında inzivaya çekilmiş bir çift olan yeni koruyucu ailesine getirmesi ile başlıyor. Bella ve Hec, yurt görevlileri tarafından çok yaramaz ve tehlikeli olarak anlatılan Ricky’i isteyen tek aile olup Ricky’nin büyüyene dek çocuk esirgeme kurumunda kalmaması için son şansıdır. Çocuğun eve taşınması sonrasında Bella, Ricky’e karşı ne kadar yumuşak başlı ve anlayışlı ise kocası Hec de bir o kadar umursamaz ve soğuktur. Zaten Hec, genel karakteri itibari ile de iletişime kapalı ve yabani bir profil çiziyor. Filmin ilerleyen bölümlerinde Hec’in Bella hakkında söylediği sözler üçlünün içinde bulunduğu durumu çok güzel özetliyor: Bella, istenmeyen şeyleri/kişileri sahiplenerek onlara başkalarının göstermediği sevgiyi göstermeye istekli anaç bir karakter. Gelin görün ki kader ağlarını örüyor ve Bella’nın beklenmeyen ölümü ile birbiri ile hiç de iyi anlaşamayan Ricky ve Hec başbaşa kalıyor. Çok geçmeden yetiştirme yurdu, Ricky’i geri almak için harekete geçiyor ve yanlış anlaşılmalar sonucunda Ricky ve Hec peşlerine düşen kurum üyelerinden kaçarken buluyorlar kendilerini. Bundan sonrası Yeni Zelanda’nın müthiş doğasında geçen mizah unsurları ile süslenmiş keyifli bir kovalamaca şeklinde ilerliyor. Tabii ki öncesinde birbirine hiç ısınamayan Ricky ve Hec’in de bu kovalamaca içinde birbirlerine ısınıp iki kişilik minik bir aileye dönüşmesi de kaçınılmaz oluyor.

Filmin yönetmenliğini ve uyarlama senaryosu What we do in the shadows’tan da hatırlayacağımız Taika Waititi’ye ait. Şimdiye kadar sadece bu iki filmini izlediğim yönetmenin diğer filmlerini izlemek için de heyecanlanıyorum açıkcası. Bana göre 2016’nın en iyilerinden olan hunt for the wilderpeople, derdini sadelikle anlatan, sıradanlıktan uzak, keyifli bir film.

14 Eylül 2016 Çarşamba

House of Sand and Fog

Aşırı sıcak havalardan sonra imdadımıza yetişmiş bol yağmurlu bir günden yazıyorum. Dışarıdan gelen yağmurun sesi ile film izlemek iyi bir ikili olmuştur hep, ben de uzun süren bir film arayışından sonra sonunda "House of Sand and Fog"ta karar kılıp izlemeye başladım.

Dram filmlerine çok düşkün değilim fakat filmi genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Film Amerika'da geçiyor. Eşinden ayrıldığını 8 aydır ailesine bile söyleyemeyen, her şeyden vazgeçmiş vaziyette depresyonda olan Kathy, bürokratik hatalar sebebi ile babasından yadigar evini kaybediyor. Evini geri almak için hukuksal mücadele verdiği sırada ise evi İran kökenli bir aile tarafından satın alınıyor. Evi, değerinin çok altında satın alan ve sonrasında gerçek değerine satarak kara geçmeyi planlayan, ancak bu yolla eski günlerine dönüp gururunu kurtarabileceğini düşünen Behrani için de evin değeri, en az Kathy kadar kritiktir.

Her iki tarafın da, diğerinin hikayesinden bihaber olmasıyla ve kültür farklılıklarının da etkisi ile iki karakter yüksek bir gerilim ile karşı karşıya geliyor. Bu noktada filmin sadece bu kadarla yetinmesini, "Amerikalı" ile "Orta Doğulu"nun karakteristik özellikleri üzerinden, izleyiciyi ders nitelikli çıkarımlara alenen yönlendirmeyeceği bir anlatım kullanmasını tercih ederdim.  Fakat bunun dışında film boyunca hiçbir karaktere ne tam "iyi" ne de "kötü" sıfatını yakıştıramıyor oluşumuz, her sahnede seçeceğimiz taraf konusunda kafamızın karıştırılmasını sevdim. Film bittiğinde ise taraf olmaya çalışmanın gereksizliğini, filmi küçük parçalara bölüp her birinde olay özelinde haklı, haksız tayin etmekten başka yapılacak bir şeye gerek olmadığını hissettim. 

Shawn Otto'nun romanından beyazperdeye uyarlanan film, biraz düşündürüyor, biraz vicdanlarımızla konuşturuyor bizi. Sonunda da maalesef son vuruşunu yapıp üzüyor seyircisini. Başta Ben Kingsley olmak üzere oyunculukların da başarılı olduğu film, türü sevenler için izlemeye değer.

08.08.2015
İyi seyirler,