10 Aralık 2012 Pazartesi

Pleasantville (1998)

http://www.imdb.com/title/tt0120789/


90'lı yıllarda televizyon, hayatlarımızdaki yerini iyice sağlamlaştırmış ve bizleri çoktan etkisi altına almayı başarmıştı dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. Bir de o zamanlar internetin şimdiki gibi yaygın olmadığını düşünürsek televizyon izlemek, -şüphesiz ki- çok popüler bir meşgaleydi. Son dönemde "The Hunger Games" ile adından söz ettiren Gary Ross'un 1998 yapımı Pleasantville filmi de hayatın vazgeçilmezi haline gelen televizyonun bizlere sunduğu dünya ile gerçek dünyanın iç içe geçip birbirine karışması fikrinden filizleniyor.


Filme adını veren "Pleasantville" 1950'lerde geçen siyah-beyaz bir televizyon dizisidir ve 90'lı yılların sonunda televizyonda tekrarları yayınlanmaktadır. Filmin baş kahramanı lise öğrencisi David, bu dizinin repliklerini ezbere bilecek kadar hayranıdır. Oradaki kusursuz hayata, mutlu aile yaşantısına özenmektedir. Jennifer ise David'in daha popüler olan ve hayatı erkekler, seks, flört etmek etrafında dönen ikiz kız kardeşidir. Filmdeki hikaye, birbirleri ile hiç anlaşamayan bu iki kardeşin gizemli bir şekilde -garip bir tv tamircisi aracılığı ile- kendilerini Pleasantville dizisinin içinde bulmaları ile başlar.

David ile Jennifer Pleasantville'e gidene kadar, dizideki kahramanların hayatı mükemmel derecede düzenlidir. Söz konusu düzenin kesintisizliğini hafızalarımıza en iyi kazıyan sahne ile örneklendirmek isterim: evin erkeği George Parker işten gelir, çantasını yere koyar, eşine seslenir "Honey! I'm home!", Betty Parker da her zamanki gibi güler yüzüyle karşılar eşini, yemek çoktan hazırdır, her şey dört dörtlüktür, en azından görünürde öyledir. Öte yandan burada kitapların içi boştur, insanlar düşünmez, sanat diye bir şey yoktur hayatlarında, insanlar hissetmez, seksten bihaberdirler, çünkü burada insanlar tutkudan da habersizdir, öyle ki bir mağaza vitrinine konan çift kişilik yatak büyük bir devrim niteliği taşır. Pleasantville'de, kahramanlarımızın gelişi ile tabular yıkılacak, siyah beyaz olan hayat yavaş yavaş renklenmeye başlayacaktır.

Filmin esas beslendiği kaynak 1950'lerin muhafazakar Amerika'sına yaptığı keskin eleştirilerdir. Her şeyin olduğu gibi kabullenildiği ve kabullenildiği hali ile yüceltildiği dünyada yaşayan insanların değişim karşısındaki şaşkınlıkları, korkuları öyle zekice işlenmiş ki, filmi sevmemek elde değil. Özellikle bowling salonundaki sahne mizahi açıdan çok başarılıdır. Filmin sonlarına doğru George Parker, eve geldiğinde bu kez alıştığı gibi karşılanmaz, yine o meşhur "Honey! I'm home!" seslenişini yapar, ama bu kez cevap gelmez, evde kimse yoktur. Bunun üzerine mutfağa gider yemek olup olmadığını kontrol eder, o da ne yemek de hazır değil! Evde yemeği hazır olmayan ya da karısı ütü yaparken "düşündüğü" için gömleğindeki ütü iziyle gezmek zorunda kalan bu talihsiz adamlar bowling salonunda bir araya gelir, utançlarını paylaşırlar. Sonunda, eski refah dolu günlerine dönebilmek için Pleasantville'de başlayan bu değişimlere bir son vermek üzere harekete geçerler.

Kadının toplumdaki yerini sorgulatması dışında ırkçılıkla ilgili olarak da göndermeler var. Tutku, şehvet, öfke gibi gerçek duygularının farkına varıp tabularını yıkan insanlar birer birer renklenirken, değişime direnen insanlar siyah-beyaz yaşantılarına devam etmektedirler. Hepsi beyaz olan -özellikle yapıldığını düşünüyorum- bu insanlar arasındaki renk farkı, ikiye bölünmelerine sebep olacaktır: renkli olanlar ve diğerleri şeklinde. Bu kutuplaşma, önce dükkanların kapılarına asılan "renkli olan giremez" yazılarıyla başlar, ardından zıtlaşma daha ciddi boyutlara ulaşır, işin içine şiddet girer ve bir kaos ortamı oluşur.


Filmde açık ara en sevdiğim karakter, Jeff Daniels'in hayat verdiği kafe çalışanı, sanatçı ruhlu Bill Johnson'dır. O güne kadar sadece kendi üzerine düşen görevleri yaparken, çünkü o bir dizi karakteri ve yalnızca göründüğü sahnelerdeki işleri yapmayı biliyor, bir gün mecbur kaldığı için kafeyi tek başına kapatıyor ve bu onun çok hoşuna gidiyor! Tekdüze yaşantısındaki bu minik değişiklik öyle keyif veriyor ki sonraları hep bundan bahsetmek istiyor. :) İşte tam da bu bölümleri izlerken bu karakteri Jeff Daniels'dan başkasının canlandırmadığına seviniyordum ben de. Diğer oyunculara gelince, David rolündeki Tobey Maguire ve Jennifer rolündeki Reese Witherspoon'a William H.Macy ile Joan Allen gibi usta oyuncular eşlik ediyor. Bu noktada Joan Allen için de ayrı bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum, her ne kadar filmde yardımcı kadın oyuncu olarak yer alsa da, filmi sırtlanıp götürdüğünü söylersek abartmış olmayız.



Film, Türkiye'de "Yaşamın Renkleri" olarak vizyona girmişti ki anlamlı bir çeviri olduğu söylenebilir. Zaman zaman hepimiz, geçmişi yüceltip bugünden şikayetçi olma tuzağına düşüyoruz ama gerçekten de daha mı güzeldi geçmiş zamanlar, yoksa yeni tatları keşfettiğimiz, keşfettikçe renklenen hayatımıza haksızlık mı ediyoruz? Film, kendisine verilmiş olan 124 dakika boyunca bu konudaki görüşünü bizlere aktarıyor. İnce mizah anlayışı, yaratıcı hikayesi ve renkli ile siyah-beyaz tekniği bir araya getirerek yakaladığı görsel avantajı ile Pleasantville oldukça sevimli, izlemeye değer bir film.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder