Son birkaç gündür gerek reklam panolarını süsleyen afişlerden, gerek film hakkında okuduklarımdan, gerekse filmin vizyona girmesi için sabırsızlanan eş dosttan dolayı Kelebeğin Rüyası filmine dair büyük bir merak uyandı içimde. Bir yanda medyada yazılıp çizilenlerin bu kadar etkisinde kalmış olmanın verdiği rahatsızlık bir yanda merakım, vizyona girdiği ikinci gün gidip izledik Kelebeğin Rüyası'nı. Dokunaklı hikayesi, ince mizah anlayışı, daha fragmanı ile kendinden söz ettiren görüntü yönetmenliği, başarılı oyunculuklar ve tabi şiirlerle donatılmış oluşu ile film, beklentileri büyük ölçüde karşılıyor.
Film, Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yıllarda modern bir kent olma yolunda ilerleyen ve madenciliğin ön planda olduğu 1940'ların Zonguldak'ında açılıyor. Rüştü Onur (Mert Fırat) ve Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ), hem memur olarak çalışan hem de bir taraftan edebiyata, şiire gönül vermiş iki çok yakın arkadaştır. En büyük hayalleri Varlık dergisinde şiirlerinin yayınlanması olan bu iki
arkadaşın en büyük destekçisi de hocaları Behçet Necatigil'dir (Yılmaz Erdoğan). Rüştü ve Muzaffer'in aynı kıza, Suzan'a (Belçim Bilgin), aşık olmalarıyla aralarında tatlı bir rekabet başlayacak, bu zararsız rekabet ikilinin şiirleri arasına da taşınacaktır. Ancak hayatın, aşk, dostluk ve sanat gibi güzelliklerinin yanında maalesef üzücü yönleri de vardır, o dönem çok yaygın olan verem, Rüştü ve Muzaffer'i de yakalamıştır. Arka planda 1940'lardaki Türkiye koşullarına ve Avrupa Savaşı'nın II. Dünya Savaşı'na dönüşmesinin yankılarına da değinen film, genç şairlerin, şiirleri, aşklarıyla birlikte verdikleri yaşam mücadelesini konu alıyor.
arkadaşın en büyük destekçisi de hocaları Behçet Necatigil'dir (Yılmaz Erdoğan). Rüştü ve Muzaffer'in aynı kıza, Suzan'a (Belçim Bilgin), aşık olmalarıyla aralarında tatlı bir rekabet başlayacak, bu zararsız rekabet ikilinin şiirleri arasına da taşınacaktır. Ancak hayatın, aşk, dostluk ve sanat gibi güzelliklerinin yanında maalesef üzücü yönleri de vardır, o dönem çok yaygın olan verem, Rüştü ve Muzaffer'i de yakalamıştır. Arka planda 1940'lardaki Türkiye koşullarına ve Avrupa Savaşı'nın II. Dünya Savaşı'na dönüşmesinin yankılarına da değinen film, genç şairlerin, şiirleri, aşklarıyla birlikte verdikleri yaşam mücadelesini konu alıyor.
Filmin ilk yarısı, ikinci yarıya göre daha keyifli geçiyor. Hikayeyi ilginç kılan en büyük faktör iki şairin hayatını anlatan bir şiir filmi olması, dolayısıyla ikinci yarının ilkine nazaran biraz sönük geçmesi, bu kısımda ikilinin şair kişiliklerinden ziyade hastalıkları ve aşklarına yoğunlaşılması ile açıklanabilir. Tabi bu filmin ilerleyen bölümlerindeki hikayenin kötü olduğu anlamına gelmiyor, sadece hikaye, sıra dışı çizgisinden çıkıp biraz daha tanıdık bir eksende ilerliyor. Filmin en büyük artısı ise görüntüleri ve oyunculuklar. Filmin görüntü yönetmenliğini daha önce Issız Adam, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu'da, Dedemin İnsanları gibi ünlü filmlerin de görüntü yönetmeni olan Gökhan Tiryaki yapmış. Oyunculuklara gelince, Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi bir ikili olmuş. Film hakkında yapılan yorumlara bakınca, Belçim Bilgin çok olumsuz eleştiri almış, tabi bundaki en büyük etken liseli bir kızı canlandırıyor olmasıydı. Gerçekten de 30'lu yaşlarındaki oyuncuların 16-17 yaşındaki gençleri oynaması geleneğine bir son verilse fena olmazdı. Yine de mevcut koşullar altında o kadar da yerden yere vurulacak bir oyunculuk sergilemediğini düşünüyorum. Farah Zeynep Abdullah da rolünün altından kalkabilmiş, ama dediğim gibi Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ filmin yıldızı olmuşlar. Bu noktada şunu da söylemeden geçemeyeceğim, filmin açılışında ve afişte ikinci sırada Belçim Bilgin yerine Mert Fırat olsa daha yerinde olurdu diye düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder