12 Ocak 2013 Cumartesi

Amour (2012)


Bir insanı gerçekten sevince, onun en zor gününde yanında olmak da severek yapacağımız bir şey olabilir mi? Yoksa elimizden gelecek olan en fazla şey, istemeyerek de olsa bu duruma katlanma görevini layıkıyla yerine getirmek mi olur?


Avusturyalı yönetmen Michael Haneke'nin son filmi Amour (Aşk), şüphesiz ki 2012'nin en çok ses getiren filmlerinden oldu. Film, yaşlı bir çiftin hayatlarının son döneminde kendilerini bekleyen mutlak son ile yüzleşirken yaşadıklarını anlatıyor. Anne (Emmanuelle Riva) ve Georges (Jean-Louis Trintignant), yıllarını sevgi ve saygı içerisinde birlikte geçirmiş iki emekli müzik öğretmenidir. Birlikte yaşadıkları huzurlu ve mutlu yaşantı, Anne'in gün geçtikçe daha kötüye gidecek olan hastalığının ortaya çıkmasıyla alt-üst olur, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Filmin en başından izleyiciye filmin sonu gösteriliyor. Buna da şaşmamak gerekir, çünkü hiçbirimiz için sürpriz olmayan, en nihayetinde hepimizi bekleyen bir sondan bahsediyoruz burada. Ardından, birkaç yıl  geriye gidiyor hikaye ve Anne ile Georges'in sorunsuz yaşantılarının son günlerinden birinde buluyoruz kendimizi. Eski bir öğrencilerinin konserini izliyor, dönüşte ise evlerinin kilidinin zorlandığını fark ediyorlar. Bu durum, filme öylesine eklenmiş bir detay değil, Anne ve Georges yıllarca iki kişilik bir hayat sürmüş, dışarıdan gelen herhangi birine/bir şeye ise mesafeli durarak bu iki kişilik alanı korumak istemişlerdir. Kapının kilidinin zorlanması, süregelen yaşantılarında meydana gelecek olan değişikliğin habercisidir. Nitekim, Anne'in hastalığının baş göstermesi ile kızları Eva'nın ziyaretleri sıklaşacak, kapıcı ve eşi bu çifte yardım etmek için daha sık uğrayacak ve haftanın üç günü Anne'in bakımı için eve hemşire gelmeye başlayacaktır.

Georges, Anne'in hastalığı boyunca, geçici hafıza kaybından tutun, kısmi felç geçirdiği ve tamamen yatağa bağlı kalmasına kadar genel olarak ideal eş profili sergiliyor. Eşine destek oluyor, ona iyi bakmayan hemşireyi işten atıyor, kızının ısrarlarına rağmen onu bakım evine göndermiyor, kendisi bakıyor. Zaman zaman sabrının zorlandığı sahnelerde -su içmeye direnen Anne'i tokatladığı sahne- hep birlikte çaresizliklerine üzülüyoruz, ama yine de Georges'i yargılayamıyoruz, tek yapabildiğimiz Anne gibi yutkunmak oluyor. Aslında, filmi izlerken genel tavrımız da bu yönde, bir sessizlik, boğazımızda bir düğüm ve sonra yutkunmak. Çünkü biliyoruz ya da izlerken fark ediyoruz ki en sevdiği insan söz konusu olduğunda bile, yeterince zorlandığında zorlayan şartlara yenik düşebilir insan. Yenik düşmekten kastım, pes etmek ya da gitmek değil, kast ettiğim, Georges'ın Anne'e bakarken beslendiği duygunun çoğu zaman "aşk" değil, -özellikle ilerleyen zamanlarda- kurtulmak istediği bir mecburiyet oluşu. Onu suçlayabilir miyiz, ya da Anne'e olan sevgisini sorgulayabilir miyiz? Hayır, insanın gerçeği bu maalesef. Filmi izlerken tüm bunları fark edip tıpkı Georges gibi bizler de vicdan azabı çekiyoruz, kendimizden soğuyoruz. Daha kötüsü ise kendimizi Anne ile özdeşleştirmek oluyor, ki bu noktada vicdan azabımız korkuyla karışıyor. Aslında felç geçirmiş bir kadın olarak Anne'in, Georges gibi kendisini seven ve ilişkilerine saygı duyan bir eşe sahip olması onun konumundaki bir insan için bir şanstı. Bunu düşünmeye başladığımız anda ise kızları Eva'ya daha çok yaklaşıyoruz. Annesinin hastalığını kabullenemeyişi, sadece annesi için acı çekmesinden değil, aynı zamanda kendisini bekleyen sonla yüzleşmek istemiyor oluşundandı. Üstelik, yer verilen detaylardan anlıyoruz ki o, babası gibi ideal bir eşe de sahip değildi. İşte tüm bunlar çerçevesinde biz izleyiciler, yaşımız kaç olursa olsun, bizi bekleyen sonun açıkça dillendirilişinden rahatsız oluyoruz. Yaşlanma korkusu, yalnızlık ve ölüm korkusu arasında gidip geliyoruz.

İki oyuncu da oyunculuğun hakkını öyle güzel veriyor ki sanki gerçekten yıllardır o evde yaşıyorlar, oraya aitler ve biz 2 saatliğine oraya konuk olmuş gibiyiz. Georges'ın acılar içinde kıvranan sevdiği kadına, hüzün, biraz da kızgınlıkla baktığı, sonrasında bundan dolayı vicdan azabı duyduğu anlarda tüm bu duyguları yüzünden okuyabiliyoruz. Hayat arkadaşı kendisine muhtaçken artık o güçlü kadını göremediğinde kendi his dünyasında  yaşadığı değişimlerden rahatsız oluşunu öyle güzel hissediyoruz ki bir sonraki hamlesinde bencilliğini telafi etmek için eşini şefkatle sarmalayacağını tahmin edebiliyoruz. Ya da Anne'in ne kadar gururlu bir kadın olduğunu, birine muhtaç olmaktan duyduğu rahatsızlığı, geçmişe yönelik hiçbir somut bilgi olmamasına rağmen, karakterin aktarılmasındaki başarıdan dolayı kolayca anlayabiliyoruz. Özellikle, konserine gittikleri eski öğrencileri, Anne'in hastalığından habersiz eve ziyarete geldiğinde, güçlü durmak için olan çabası karakter hakkında büyük ipuçları veriyor. Anne, tekerlekli sandalyede, sağ tarafı felçliyken yüzünden gülümsemesini eksik etmeden, öğrencisinin şaşkın bakışları eşliğinde ortada normal olmayan hiçbir şey yokmuş gibi davranır. Durumu çok olağanmış gibi gösterme çabasına karşın yine de o hiç muhatap olmak istemediği soruyla karşılaşır, verdiği yanıt da tavrından farksızdır: "Sağ tarafıma felç indi, o kadar, yaşlanınca böyle şeyler olabiliyor". Kendisine acınmasını engellemek istercesine, yaşlılıktan olduğunu vurguluyor, yani herkesin başına gelebilecek bir şey olduğunun farkında olunmasını istiyor.

Hikaye ve bu hikayeye can veren oyunculuklarla birlikte kamera hareketleri, sembolik öğeler, mekan ve ışığın kullanımı da filmin yaratmak istediği etkiyi  tetikliyor. Filmin geçtiği evde, evin içerisindeki aksesuarlar, tablolar, ışık ayarlamaları ile filmdeki kasvete çok paralel bir atmosfer oluşturulmuş. Bir de tabi duvardaki bir tablodan da dikkatimizi çeken güvercin figürü var, bu tablo dışında iki kez daha çıkıyor karşımıza. İlkinde, Anne hastalığının ortalarındayken, açık olan camdan içeri giriyor ve Georges tarafından hiç hoş karşılanmayıp hemen dışarı geri bırakılıyor. İkincisinde ise, Anne'in ölümünün ardından giriyor eve. Georges, bu kez hemen göndermiyor güvercini, daha şefkatli ona karşı, onu bağrına basıyor. Georges'in bu davranışı güvercini Anne'in yerine koyması şeklinde yorumlanabilir. Başka bir ihtimal de güvercinin ölümü sembolize etmek üzere kullanılmış olması; Georges, önce ölümü kabullenmek istemeyip güvercini kovmuştur, ancak Anne'in gidişi ile hayatın bu gerçeğini kabullenmiş ve güvercine sevgiyle yaklaşmıştır.

Amour, sadece iç mekan çekimleriyle geçen, hikayeyi ele alış biçimiyle "rahatsız edici" olarak tanımlayabileceğimiz durağan bir film olmasına karşın izleyiciyi sıkmamayı başarıyor, yine de tarzı gereğince herkese hitap etmeyebilir. Özellikle filmin adına aldanıp Oscar adayı da olduğunu görüp aşk filmi beklentisiyle giden kitle için biraz hayal kırıklığı yaratabilir. Zira, Amour, 2013'te "en iyi film", "en iyi yönetmen", "en iyi kadın oyuncu", "en iyi yabancı film" ve "en iyi özgün senaryo" olmak üzere beş dalda Oscar'a aday gösterildi. Filmin aldığı övgü ve tepkilere bakılırsa eli boş dönmeyecek, şimdiye kadar aldığı  ödüllere Oscar'ı da ekleyecek gibi görünüyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder